ÇAMURA BULANMIŞ ELMASLAR

Hayatı boyunca mahkûm olmak istemediği tek duyguydu çaresizlik. Elinden bir şey gelmemesi onun gibi hedefleri konusunda oldukça tutkulu bir delikanlıya ağır geliyordu. Sevdiği elinden kayıp gidiyordu ve bir kalbi ikna edebilecek tek şey kendi kalbiydi. Kendi kalbini sunmak da pek mümkün görünmüyordu karşısındaki görmek istemediği sürece. Böylece dona kaldı. Yüzü acıyla buruştu ve başı öne düştü. Zamanın durmasını istiyordu. O an, o duruşu, o ortamın havasını… Elinden hiçbir şey gelmeden geçen o saniyeler… Ve her an gerçekleşebilecek bir vedanın başlangıcı olmaya aday (,) tek sıra halinde ilerleyen saniyeler… Soğuğu ısıtacak bir ele, karanlığı aydınlatacak bir çift göze ve korkunç sessizliği bozacak tatlı bir ‘Gitme’ sözüne ihtiyacı vardı. Fakat saniyeler geçiyor ve sözün kendisine gelmesini hiç istemese de buna mahkûmlaşıyordu her an. Birazdan başını kaldıracak ve belki de son kez görüp sevdiğini, iç geçirerek gidecekti. Aklında birçok soru işareti vardı. ­Durum buraya nasıl geldi, ne oldu, neden… Şimdi ne yapmalı, sarılıp ağlamalı mı, açık kapı mı bırakmalı, öfkeyle kendini ifade mi etmeli… Giderken ne diyecekti hem, görüşürüz mü, bay bay mı, elveda mı… İçinde bulunan kötü hisler ve içinde bulunduğu çaresiz, sessiz ve ıssız ortam başlı başına yetmezmiş gibi bunca soruyla mücadele etmek… Onu yıpratıyordu. Birden içinde bulunduğu bu durumda hiçbir şey yapmaya takatinin olmadığını fark etti ve olduğu yere çömelmek istedi. Ama bu bile bir cevaptı ve o asla bir cevap vermenin sorumluluğunu alamayacak kadar çaresizdi. Hiçbir şey yapamadı. Durdu. Öylece beklemeye karar verir gibi oldu. Sonra durmanın da bir cevap olacağını düşündü ve ne yaparsa yapsın, yapmasa bile bir cevap gidecekti karşıya. Bari en iyisi gitsin diye uğraşırken zamanla boğuşuyor, derin bir iç sıkıntısı yaşıyordu. Bir anlığına ‘Bayılan insanlar bundan daha mı yoğun hisler yaşıyor da bayılıyor?’ gibi belki haklı, ama o an oldukça anlamsız bir düşünce yolağına girmek üzereydi ki kendini tuttu ve ani bir kararla başını öne doğru kaldırarak:

-Peki sevdiğim, nasıl istersen, dedi ve belki de son kez baktı gözlerine sevdiğinin. Hava yağmurluydu. Sevdiği usulca arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Topuklu ayakkabısının gecenin bir vakti su birikintilerinden geçerken çıkardığı ses Suat’ın kalbine her adımda tokmakla vurulmuş gibi hissettiriyordu. Donakalmıştı Suat.

Galiba artık bitmişti.

Sevgi işlerinde hep dikkatli davranmıştı oysa. Sevgili olma ihtimali olan kişilerden birini seçmek gibi basit bir yanılgıya hiçbir zaman düşmemişti. Ona göre sırf olma ihtimali var diye birini sevmek yanlıştı. O, gerçekten hayallerindeki kadını aramıştı hep ve istediği birçok özelliği bulunduran bu kadına vurulmuş, yıllarca peşinden sürüklenip en sonunda sevgisini masum ve temizce sunma hakkına sahip olmuştu. Oysa bu hak şimdi alınmıştı elinden ve olayın şokuyla hareketsiz kalmıştı. Kalbinde bir volkandaki gibi taşan lav vardı ve ayakkabı sesleri bu volkanı harekete geçirmişti. Biraz sonra patlayacaktı bu volkan ve ilk gözyaşından sonra kontrol edemeyecekti kendini. Acı dolu bir yükseliş beklemekteydi kendinden. Bu düşünceler o an normal bir düşünce gibi art arda belirli mantık çerçevelerinden süzülüp ulaşmıyordu zihnine. Daha evvelki benzer şiddetli acılarda yaşadığı travmalar onda adeta bir aşı misali rol oynamış ve mıh gibi kazınmıştı her bir hücresine. Bu sebepledir ki hüznünün ne boyutlara varacağını içten içe hissediyordu.

Ve evet,

Başlıyordu.

Gözyaşları birbiriyle yarışırcasına çenesine hücum etmeye başlamıştı. Her bir gözyaşı damlası ki içinde koca anılar ve yarım kalmışlıklar barındırmaktaydı. Yere çöktü. Başını birbiriyle bitişik duran dizlerinin üstünde kavuşturduğu kollarının üstüne bıraktı. Bu süreçte yağmur damlaları Suat ile amansız bir mücadeleye girmişçesine şiddetini arttırdı ve az sonra yorgun düşüp kendinden geçen Suat’a karşı aldığı zaferi kutlarcasına gürlemeye başladı gökyüzü. Gözlerini açtığında geçen zamandan bile bihaber birkaç saniyelik şaşkınlıkla etrafına bakındı. Yağmur dinmişti. Üstü başı ıslak ve kir içindeydi. Ayağa kalktı. Hüznü yüzündeki 3-5 minik kırışıklığı daha da derinleştirmiş, yüreğine adeta minik bir öküz konmuştu. Boğazı düğüm düğümdü. Saatine baktı. 22 civarlarıydı. Muhtemelen 15 dakikadır yerde olduğunu fark etti. Kendinden kopmak ve uzunca bir süre yürümek istiyordu. Bir an olsun yüzündeki matem ve donuk ifade dinmeden yürümeye koyuldu.

Dalgın dalgın yürürken köşede ağlayan bir çocuk gördü. Dizleri yamalı kirli pantolonuyla ve kolsuz mavi tişörtüyle oturan kızcağızın saçları tıpkı öne doğru sarkmış kıvırcık saçlarından az da olsa görünen yüzü gibi yağlı ve çamur içindeydi. Suat’a kendisini bile unutturacak kadar kırgın bir zaafıydı küçük bir kızın acı çekişi. Erkek çocuklarla arası pek yoktu da zaten. Ama konu prenses elbisesiyle müsamerelerde boy göstermesi gereken bir kız çocuğunun böyle kötü bir halde ağlamasıysa buna asla kayıtsız kalamazdı. Adımlarını o yöne doğru hızlandıralı 3-5 saniye olmuştu ki çocuk birden kalkıp koşmaya başladı. Suat hızlı adımlarla kızı içinden gelen tedirgin edici bir hisle takip etmeye başladı. Küçük kız Suat’ın kaybolmak için bile giremeyeceği kadar tenha sokakları bir bir geride bıraktı. Koşarken yolun ortasında ayağının takılmasıyla birlikte yere serildi ve öylece hareketsizce durdu. Yere çarptığından mı yoksa dayanacak gücü kalmadığından mı bayıldığını kestiremeyen Suat, koşarak çocuğun yanına gitti. Bilinci kapalıydı. Hemen bulduğu ilk arabanın önünü kesip şoföre kendilerini hastaneye götürmesi için yalvardı. Arabanın arka koltuğu doluydu. Tam beş kişi vardı arka koltukta ve önde de şoför ile arkadaşı. Şoför, 40larında, seyrek saçlı ve gür kaşlı Haydar’dan başkası değildi. Ön yan koltukta oturan Erhan ise 30 yaşlarında Haydar’a göre yüz hatları daha sivri olan, kurnaz bakışlı biriydi. Yıllardır sanayide Haydar ile birlikte kaportacılık yapmaktaydı. Arka koltuktaki çocuklar ise en az Esra kadar bakıma muhtaç ve kir içindeydiler. Suat arabadaki kalabalıklığı fark edince onlara gitmesi gereken hastanenin adresini verip lütfen siz yetiştirin ben de geleceğim dedi ve Esra’yı Erhan’ın kollarına bırakıp kapıyı kapattı. Esra sahiden de ayağı çarptığı için değil, dayanamadığı ve gözlerinden akan isyan gözyaşlarının artık yaşamın zorluklarına derman olamayışını bir kere daha tüm azalarında hissettiği için bayılmıştı. Henüz tanıyamadığı bu dünyada elinde peçetelerle yol kenarında bulmuştu kendini. Tüm gün çalıştırılıp akşam Haydar’ın önüne kattığı bir tas çorbayla geçiniyor, sabah ufak tefek şeyler tıkanıp tekrar sokaklara salınıyordu. Yollarda yapması gereken şeyi ezberlemişti, insanlara zorla sırnaşıp peçeteleri yüzlerine uzatmak. Ancak bunu yaparken bile içten içe bir şeylerin ters gittiğini anlayabiliyordu. Onu en çok zorlayan durum ise ara ara denk geldiği, arabaların arka koltuğunda altın gibi parlayan saçlarıyla oturup kendisine ucube gibi bakan yaşıtlarıydı. Bu durum Esra’nın kalbindeki herkesten sakındığı gerçek benliğine ciddi anlamda dokunuyor, onu yaralıyordu. Böyle anlarda Esra birkaç dakikalığına her şeyi unutup ürkek bakışlarıyla bu korkunç dünyada ne kadar sahipsiz ve yetersiz olduğunu hissediyordu. Sormaya korktuğu bir soru canlanıyordu zihninde. ‘Benim ailem nerede?’ Aidiyet ve güven gibi en temel duyguların varlığından bihaber olsa da bunların eksikliğini her an hissetmekteydi. Nihayet bilinci açılmaya doğru önce tanıdık bir koku duyup yüzünü ekşitti. Sonra tanıdık bir ses duyup acıyla sıçradı ve sonra da korku dolu gözlerle karşısında Haydar’ı gördü. Sonra da onu kucağında taşıyan Erhan ile arka koltukta kendisi gibi iş sonrası toplanan arkadaşlarını fark etti.

Olamazdı ya da olmamalıydı. Ancak yine aynı yerdeydi.

Suat hızla hastaneye yetişmek için geldiği sokaklardan geçmekte ve ana yola ulaşıp küçük kız çocuğunu tarif ettiği hastanede bulmak üzere taksiye bindi. Yol boyu içinde kötü bir his olan Suat’ın dalgınlığı taksi şoförünün ‘Ağabey iyi misen, rengin atmış, bir su alayım sana?’ sözleriyle bölündü. Bir anlık duraksamadan sonra Suat, iyiyim çabuk gidelim lütfen, diyerek geçiştirdi taksi şoförünü. Hastaneye varır varmaz hasta kayıtlarına baktırdı ancak küçük bir kızın geldiğine dair hiçbir şey bulamadı. Gördüğü her görevliye azalan umutlarıyla sorular yağdırdı ancak asla yanıt bulamadı. Ya da umduğu yanıtı bulamadı. Belki de yanlış hastaneye gitmişlerdir diye düşündü ve çevredeki 1-2 hastaneyi daha gezindi. Ancak yoktu. O kadar tenha sokaklarda ne bir kamera olabilirdi ne de bir şahit bulabilirdi. Suat’ın içini büyük bir sıkıntı kaplamıştı. Belki kendi yıkık haliyle baş başa kalmamak için, belki de kıza derinden acıdığı için… Ne sebeple olursa olsun bu işin peşinden gitmesi gerektiğini düşünüyordu ve öyle de yaptı. O günden sonra akşam vakitleri benzer saatte benzer sokaklarda dolaşmaya başladı. Esra evindeydi. Aslında ev denilebilecek hiçbir şeye sahip değildi bu bodrum katı. Ne huzur vardı ne güven ne de bir aile. O ve onun gibi çalıştırılan çocukların gece dinlendirildiği rutubetli bir bodrum katıydı burası. Bir zamanlar yalnızca Haydar ve Erhan’ın yedek parçaları biriktirdiği bir hurdalıkken şimdi bir kısmı zorla çalıştırdıkları ve gelir elde ettikleri çocuklar için bir barınağa çevrilmişti. Az sonra Esra toparlanmıştı ve iyice kendine gelmişti. Kendisine endişeyle bakan arkadaşlarını teskin edip yapabilecekleri tek aktivite olan duvardan en büyük sıva parçasını kim koparacak konulu oyunlarını oynamaya koyuldular… Erhan ve Haydar uyku vaktini işaret edinceye dek tabii. Haydar, Suat’tan biraz çekinmişti. Başının belaya girmesini istemiyordu. Bu yüzden Esra’yı bir süreliğine dinlendirmiş, yeterince iyi olduğuna kanaat getirince de onu başka mahallelerde gezdirmeye başlamıştı. Önceki mahalleye ise Küçük Orhan’ı vermişti. Diğer çocuklardan yaşça büyüktü ama daha zayıf ve daha acınası göründüğü için öyle kalmıştı ismi. Kumral dalgalı saçları ve yeşil gözleriyle insanın içine işleyen bir yapısı vardı. Genelde eve en iyi parayı da o getirirdi. Ara sıra yürekli yürekli öne atılır ve ‘ Kardeşlerim, bir gün peçete satmayı bırakacağız. Size söz veriyorum. Yakında pamuk şeker satacağız ve çok paramız olacak diyordu. Halbuki elde ettikleri tüm paraya Haydar el koymaktaydı. Ama onun hayalleri minik yüreğinin estetik anlayışına göre şekilleniyor ve pamuk şeker satmanın ona daha çok yakışacağını düşünüyordu. Esra hastalandıktan sonra kazandığı paranın bir kısmıyla Esra’ya pamuk şeker getirmiş, bu sebeple de Haydar’dan okkalı bir tokat yemişti. Yine de Esra’yı kardeşi gibi gören Küçük Orhan için ödenebilir bir bedeldi bu. Lakabı küçük idi ama kalbi kocamandı şüphesiz. Küçük Orhan bir gün elinde peçetelerle dolaşırken oldukça halsiz ve gözleri kan çanağı gibi kırmızı olan Suat’ın kendisine yaklaştığını gördü. Esra’yı arabaya bırakmış olsa da Küçük Orhan hatırlayamamıştı Suat’ı. Suat çocuğu görünce gözleri açılmış ve gidip tüm peçeteleri almıştı Küçük Orhan’dan. Orhan çok şaşkındı. Verilen para ise peçetelerin ederinden çok çok fazlaydı. Bunu eve götürünce kahraman ilan edileceğini düşünüp hızla, arkasına bakmadan evin yolunu tuttu. Zıplaya zıplaya evine vardı. Onun eve erken gelmesine sinirlenip tam kızacağı esnada Haydar’a uzattı parayı. Haydar bir anlığına donup kaldı. Kimden çaldın diye azarlamak için evin kapısını kapattı. Aslında umurunda olan paranın hırsızlık yoluyla gelip gelmemesi değildi. Tek çekincesi başının belaya girmesinden korkmasıydı. Küçük Orhan konuyu anlatınca ise yüzü gülmeye başladı. Küçük Orhan güzel sözler ve biraz da onurlandırılmayı beklese de Haydar bir koli peçete daha çıkarıp satması için Küçük Orhan’a verdi. Ensesine bir şaplak atıp ‘Aferin’ dedi ve dışarıya yolladı tekrardan. Suat ise tüm bu olanları 3 bina öteden meraklı gözlerle izliyordu. Tabii görebildiği kadarıyla. Küçük Orhan’ı tekrar takip etmek yerine binayı izlemeye karar verdi. Binanın önünde Esra’yı bıraktığı arabayı görebiliyordu. Ve olayın boyutunu da o esnada anlamaya başladı. Burası apaçık çocukları çalıştıran zorbalar tarafından yönetiliyordu. Hiç beklemeden aradı polisi ve beklemeye koyuldu.

Esra Küçük Orhan ve diğerleri…Hava kararıyordu ve ellerinde avucunda ne varsa ceplerine koyup eve doğru gitmeye başladılar. Evin önünde toplanmaları yasaktı normalde. Hep evlerinin öte tarafındaki parkta toplanırlar, Haydar ve Erhan’ın arabayla gelip onları almasını beklerlerdi. Küçük Orhan’ın kahramanlık hikayesini hayran hayran dinlemelerine rağmen vaktin iyice geciktiğinin farkındaydılar da aynı zamanda. Esra kendilerinin dönmesini teklif etse de diğerleri bu durumdan çok korkuyordu ve laf dinlememenin cezasını ödemek istemiyorlardı. Az sonra küçük Orhan’ın ‘Bugünkü kahramanlığımdan sonra bize kızmazlar’ deyip gitme teklifini tekrar ortaya atana dek tabii. Bu fikre ikna olan minikler evin yolunu tuttular. Araba kapının önünde duruyordu. Kapıysa hafif aralıklı. Aralıktansa daha önce o eve hiç girmemiş kadar fazla ışık saçılıyordu. Merakla kapıyı açtı Esra. İçerideyse elinde çiçeklerle Suat ve polis ekibi, kendilerini beklemekteydiler. Çocukları ilk fark eden oldu Suat. Gözyaşları içinde karşıladı çocukları. İlk sözü ise ‘Bitti çocuklar’ oldu. Daha fazla konuşmaya ne Suat’ın ne de kendilerine ilk defa bu kadar sıcak sarılan birini gören çocukların dili vardı. Polis ekipleri çocukları alıp ıslah evlerinde yeni hayatlarına doğru götürmeye koyulurken Suat gururla arkalarından gözyaşlarını siliyor ve tebessüm içinde ‘Bitti çocuklar’ lafını tekrar ediyordu.

Olayın üzerinden 4 gün geçti. Olayla ilgili son raporlar ise şu şekilde: Haydar ve Erhan yaptıklarından dolayı tutuklandı. 6 çocuk ise detaylı bir sağlık taramasından geçirildi. Çocuklar ciddi bir hasara sahip olmasa da ortalama 2 yıldır bu şekilde çalıştırıldıkları öğrenildi. Aileleri araştırmaya başlandı. Çocukluğunu ve ailelerini kaybetmiş çocukların bundan sonraki hayatı yeniden başlıyordu. Neler olacağını onlar da biz de net olarak bilmemekteyiz ancak hayatlarında net olan tek bir şey vardı. O da Suat ağabeylerinin varlığıydı…

Bir Cevap Yazın